İlliyet Bağı

İLLİYET BAĞI
TRAFİK İŞ KAZASINDA İŞÇİNİN YÜZDE YÜZ KUSURLU OLMASI
İLLİYET BAĞININ KESİLMESİ

ÖZETİ: Sorumluluğun asli şartı; zararla söz konusu davranış veya olay arasında bir sebep sonuç ilişkisinin bulunmasıdır. Bu sebep sonuç ilişkisine genel anlamda illiyet bağı denir. Burada sözü edilen illiyet bağı uygun illiyet bağıdır. Uygun illiyet bağı, olayların olağan akışına ve hayat tecrübesine göre, sebebin, meydana gelen sonucu yaratmaya elverişli olmasıdır. Uygun illiyet bağı, sorumluluğu, zarar veren bakımından öngörülebilir risklerle sınırlamaktadır (Eren, s.561). Başka bir deyişle, hayatın olağan akışı ve hayat tecrübesi bakımından öngörülemez zararlar uygun illiyet bağı kapsamında sorumluluğu doğurmayacaktır.
İlliyet bağı; mücbir sebep, zarar görenin kendi kusuru veya üçüncü kişinin kusuru nedeniyle kesilebilir. Aynı zamanda sorumluluktan kurtulma sebebi olan bu üç sebep, sadece kusur sorumluluğunda değil, kusursuz sorumlulukta da kabul edilmektedir (Eren, s. 561). Her üç neden açısından da, illiyet bağının kesildiği iddiası, sorumlu kişiler tarafından açıkça ispatlanmadıkça kabul edilmemelidir. Bu bakımdan sorumluluktan kurtulmak oldukça zorlaştırılmıştır.
Türk Borçlar Kanunu’nun 52. maddesinin 1. fıkrası; “Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.” hükmünü içermektedir. Görüldüğü üzere bu fıkra daha çok zarar görenle ilgili olup “hiç kimsenin kendi kusurundan yararlanamayacağı” yönündeki genel hukuk ilkesinin etkisiyle düzenlenmiştir. Buna göre zarar görenin rızası ve zarar görenin kendi kusuru tazminattan indirim sebebi olarak öngörülmüştür.
Zarar görenin kendi kusurunda, kişinin kendisine zarar veren bir hareket tarzı söz konusudur. Zarar görenin kendi kusuru, akıllıca iş gören, mantıklı bir kişinin, kendi yararı gereği zarara uğramamak için kaçınacağı veya kaçması gereken bir eylemi olarak nitelendirilmelidir. Zarar görenin kusuruna ortak kusur, birlikte kusur veya müterafik kusur da denilmektedir (Tandoğan, Haluk: Türk Mesuliyet Hukuku, Ankara 1961, s. 318).
Müterafik (ortak) kusur, makul bir kimsenin kendi yararına sakınmak zorunda olduğu düşüncesiz, dikkatsiz bir hareket tarzıdır. Müterafik (ortak) kusur kasdi olabileceği gibi, ihmal şeklinde de ortaya çıkabilir. Zarar görenin müterafik (ortak) kusuru tespit edilirken, aynen zarar verenin kusurunda olduğu gibi objektif kusur kriterlerine başvurulmalı, yani objektifleştirilmiş kusur kavramı esas alınmalıdır. Zarar görenin müterafik kusuru illiyet bağını kesecek yoğunlukta ise zarar veren sorumluluktan kurtulacak ve tazminat ödemeyecektir. Buna karşılık zarar görenin müterafik (ortak) kusuru bu yoğunlukta değilse ortak sebep olarak tazminattan indirim sebebi teşkil edecektir. Zira bu hâlde zarar görenin kusuru, diğer ortak sebepler arasında kısmi bir sebep olarak zararın doğmasına veya artmasına katkıda bulunmuştur.
Davalı işverenin davacıya görevini yapması için gerekli ekipmanları sağladığı, 27.07.2004 tarihinden itibaren davalı işyerinde kurye olarak çalışan ve 14.03.2001 tarihli ehliyeti bulunan ve tecrübeli şoför olan davacının yağışlı havada ve büyük araçların yanından geçerken hangi trafik kurallarına göre hareket ederek can güvenliğini koruyacağını bilmesi gerektiği, kazanın bu nedenle meydana gelmesinde %100 kusurlu olan davacının ağır kusuru nedeniyle iş kazası ile zarar arasındaki uygun illiyet bağının kesildiği ve davalı işverenin sorumlu tutulamayacağı sonucuna ulaşılmıştır.

DAVA: Taraflar arasındaki “Maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul Anadolu 22. İş Mahkemesinin davanın reddine ilişkin kararına yönelik davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine dair İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesi tarafından verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, İlk Derece Mahkemesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
Davacı vekili dava dilekçesinde; 27.07.2004 tarihinde davalıya ait işyerinde çalışmaya başlayan müvekkilinin 23.11.2005 tarihinde davalı işveren tarafından verilen motosiklet ile işten çıkıp eve giderken geçirdiği trafik kazası sebebiyle sağ kolunun sakat kaldığını, 31.10.2013 tarihine kadar da davalıya ait işyerinde danışma görevlisi olarak çalışmaya devam ettiğini, kaza günü havanın yağmurlu olmasına ve zeminin motosiklet kullanmaya uygun olmamasına rağmen davalı işveren tarafından müvekkiline başka bir aracın tahsis edilmediğini, ileri sürerek 10.000TL maddi ve 30.000TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
Davalı vekili cevap dilekçesinde; davacının kendisine tahsis edilen motosikleti mesai bitiminde teslim etmesi gerekirken müvekkilinin bilgisi ve izni olmaksızın işyerine ait aracı mesai dışında kendi özel işleri için kullandığı sırada trafik kazası geçirdiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
İstanbul Anadolu 22. İş Mahkemesinin 24.12.2018 tarihli ve 2015/229 E., 2018/539 K. sayılı kararı ile; dosya kapsamında bulunan müfettiş raporu, kaza raporu ve mahkemece alınan bilirkişi kurulu raporuna göre davacının kazanın meydana gelmesinde %100 kusurlu olduğu, bu itibarla kazanın davacının kusurlu davranışı sonucu oluşmasına ve davalı işverenin kusuru bulunmamasına göre nedensellik bağının kesildiği anlaşıldığından davalı işverenin sorumluluğuna gidilemeyeceği, öte yandan davacının kaza sonrası davalı işveren nezdinde 8 yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra 31.10.2013 tarihinde kendi isteği ile maluliyetine bağlı olarak emeklilik sebebiyle işten ayrıldığı, kendi kusurundan dolayı oluşan derin üzüntü ve psikolojik problemler nedeniyle manevi tazminata hükmedilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi Kararı:
İstanbul Anadolu 22. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmuştur.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin 31.10.2019 tarihli ve 2019/677 E., 2019/2209 K. sayılı kararı ile; ilk derece mahkemesi tarafından verilen kararın usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 09.06.2020 tarihli ve 2019/6596 E., 2020/2143 K. sayılı kararı ile; “…Dava, davacı sigortalının 23/11/2005tarihinde meydana gelen iş kazası sebebiyle sürekli iş göremezliğine dayalımaddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Dosya kapsamından, davalı işverene ait işyerinde şoför olarak çalışan davacının, yurt dışına çıkacak araç ve şoförlerin vize takip işlerini yaptığı,bu işleri takip etmesi için davalı işverene ait motorsikleti kullandığı esnada yanından geçen kırmızı renkli aracın rüzgarından dolayı dengesini kaybederek sol tarafında bulunan refüje çarpması sonucu sol kolundan yaralandığı anlaşılmaktadır. Mahkemece itibar edilen kusur bilirkişi raporunda; davacı kazalının, kendisinden beklenen güvenli çalışma yükümlülüğünü yerine getirmemesi, kullanmakta olduğu motosikletin hızını yağışlı havayı ve kaygan yolu göz önüne bulundurarak mevcut şartlara uydurmaması, ayrıca kazanın kötü hava şartlarına bağlı olarak meydana gelmediğinin, yanından geçen kırmızı renkli araçtan dolayı olduğunun, meydana gelen kazada kötü hava şartlarının majör bir neden olmadığının anlaşılması, kaldı ki davacı gibi tecrübeli bir sürücünün motosikleti mevcut hava şartlarına uygun kullanması gerektiğini bilmesi gerekmesi sebebiyle% 100 oranında kusurlu olduğunun, davalı işverenin ise, kazanın davacının kullandığı motosikletten kaynaklı bir arızadan dolayı meydana geldiğine dair somut bir bulgu bulunmadığının, kazada yerine getirmediği herhangi bir yükümlülüğünün bulunmadığının görülmesi, kazaya sebep olan eksikliklerle ilgili bir ihmalinin veya sorumluluğunun olmaması sebebiyle kusursuz olduğunun tespit edildiği anlaşılmıştır.
Tazminat davalarının özelliği gereği İş Kanunu’nun 77. maddesinin öngördüğü koşullar gözönünde tutularak ve özellikle zararlandırıcı olayın niteliğine göre, İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliğinin ilgili maddelerini incelemek suretiyle, işverenin, zararlandırıcı sigorta olayı yönünden alması gerekli önlemlerin neler olduğu, hangi önlemleri aldığı, hangi önlemleri almadığı gibi hususlar ayrıntılı bir biçimde incelenmek suretiyle işveren ve işçi yönünden kusurun aidiyeti ve oranı, olayın meydana gelmesinde üçüncü kişinin eyleminin bulunup bulunmadığı hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeyecek biçimde saptanmalıdır.
Belirtilmelidir ki, hükme esas alınacak kusur raporlarının da 4857 sayılı İş Kanunu’nun 77. ve işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatı hükümlerine uygun olarak düzenlenmesi gerekir. 77. maddede anılan düzenleme, işçiyi gözetim ödevi ve insan yaşamının üstün değer olarak korunması gereğinden hareketle; salt mevzuatta öngörülen önlemlerle yetinilmeyip, bilimsel ve teknolojik gelişimin ulaştığı aşama uyarınca alınması gereken önlemlerin de işveren tarafından alınmasını zorunlu kılmaktadır. İş kazasının oluşumuna etken kusur oranlarının saptanmasına yönelik incelemede; ihlal edilen mevzuat hükümleri, zararlı sonuçların önlenmesi için koşulların taraflara yüklediği özen ve dikkat yükümüne aykırı davranışın doğurduğu sonuçlar, ayrıntılı olarak irdelenip, kusur aidiyet ve oranları gerekçeleriyle ortaya konulmalıdır.
Bunun yanında işverenin kusursuz sorumluluk hallerinden birisi olan “kaçınılmazlık” kavramına biraz değinmek de gerekir. Öğretide, yargısal kararlarda ve yasalarda kötü tesadüf, fevkalade hal, umulmayan durum, tesadüfi olay olarak da adlandırılan kaçınılmazlık, hukuksal ve teknik anlamda “fennen önlenmesi olanaksız” başka bir anlatımla işverence mevzuatın öngördüğü tüm önlemler alınmış olunsa bile önlenemeyecek olan durumları ifade eder. Kaçınılmazlığın unsurları, 1- İrade dışında meydana gelen olay, 2- Davranış kuralının veya sözleşme borcunun ihlali, 3- İlliyet bağının bulunması, 4- Olayın önlenemezliği hususlarıdır. Bu unsurlardan özellikle sonuncusu olan olayın önlenemezliği hususunu biraz açmak gerekirse; buradaki önlenemezliğin olayla ilgisi yoktur. Önlenemezlik unsuru, tamamen davranış normu ve borca aykırılıkla ilgili olup alınabilinecek tüm tedbirler alınmış olunsa dahi bir davranış normunun veya sözleşmeden doğan bir borcun ihlalinin ifadesidir. Yani olay önlenemez olmasına rağmen bir davranış kuralına ya da sözleşmeden doğan borca aykırılık önlenebiliyorsa artık kaçınılmazlıktan söz etme imkanı yoktur. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler önlenemez olaylara karşın bir davranış kuralını ve borca aykırılığı önleme olanağını sağlamaktadır. Örneğin; bir inşaat işçisinin üzerinde çalışacağı tabiyeyi hazırlamak için duvara beton çivisi çakarken çivinin başının kırılıp gözüne kaçması olayında çivinin kırılması irade dışı ve önlenemez bir olay olmakla birlikte kırılan bu çivinin işçinin gözüne kaçması önlenemez bir olay değildir. Zira çalışma esnasında gözlük kullanılarak bu neticenin önüne geçilebilinir. O halde böylesi bir durumda olayın önlenemezliğinden bahisle kaçınılmazlıktan bahsetme imkanı yoktur.
Mahkemece yapılacak iş; oluşa uygun şekilde trafik – işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında uzman 3 kişilik bilirkişi heyetine konuyu yukarıda açıklandığı biçimde incelettirmek, özellikle olayda kaçınılmazlığı değerlendirtmek, tarafların dosyada mevcut kusur raporlarına itirazları gözetilerek ve tarafların kusur oranlarını belirler şekilde yöntemince rapor almak, alınan raporu, mevcut delillerle birlikte değerlendirmek ve buna göre karar vermekten ibarettir.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular nazara alınmaksızın yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilerek temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının, yukarıda yazılı sebepten dolayı kaldırılmasına, ilk derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
İstanbul Anadolu 22. İş Mahkemesinin 03.12.2020 tarihli ve 2020/291 E., 2020/735 K. sayılı kararı ile; davacının kazanın meydana gelmesinde tam kusurlu olması karşısında davalı işverenin kusursuz sorumluluk ve kaçınılmazlık faktörlerinin bulunmadığı, işçinin motosikletle işe gitmemesi hâlinde illiyet bağının kesileceği, kazanın işverenin işini yaparken gerçekleşmesinin sorumluluk için yeterli olmadığı, eylem ile zarar arasındaki neden-sonuç bağının davacının kusuru ile kesilmesi nedeniyle davalı işverenin sorumluluğuna gidilmeyeceği, davacının kaza sonrası 8 yıl kadar davalı işveren nezdinde çalışmaya devam ettiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda özellikle kaçınılmazlık ilkesi değerlendirilip tarafların dosyada bulunan kusur raporlarına itirazları da göz önünde bulundurup kusur oranlarının yöntemince belirlenmesi için üç kişilik trafik ve iş sağlığı ve iş güvenliği uzmanından oluşacak üç kişilik bilirkişi heyetinden rapor alındıktan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
Öncelikle işverenin iş kazasından kaynaklanan sorumluluğunun hukuki niteliğine ilişkin kısaca açıklama yapılmasından fayda bulunmaktadır.
İşçi kavramının tanımında hizmet sözleşmesinden hareket edilmekteyse de mülga 1475 sayılı İş Kanunu’nda bu sözleşmenin tanımına ilişkin bir hükme yer verilmemiştir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8. maddesinde, “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir.” tanımı yapılmıştır.
Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 313/1. maddesinde “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken 4857 sayılı İş Kanunu’nda daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi “bağımlılık” unsuruna da yer verilmiştir.
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 393/1. maddesinde ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle iş görmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.
Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi ise işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak; buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için işyerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan BK’nın 332. maddesinde; “İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur.” düzenlemesine yer verilmiştir.
10.06.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu’nun “İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri” kenar başlıklı 77. maddesinin 1. fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun’un 37. maddesiyle 4857 sayılı Kanun’un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.

Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak BK’nın 332. maddesindeki hükmün karşılığı 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren TBK’nın 417. maddesinde yeniden düzenlenmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Mülga Borçlar Kanunu’nun 332. maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen TBK’nın 417. maddesinin 2. fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı İş Kanunu’nun mülga 77/1. maddesiyle bütünlük sağlandığı gibi 3. fıkrasındaki düzenlemesi ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukukî niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (TBK md. 112 ve 417.) dayanabilecektir. Öte yandan, işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlâli niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Oğuzman, Kemal: İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 34, S. 1-4, 1968, s. 339). İşçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
İşverenin yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler çerçevesinde işçiyi gözetme borcu kapsamında işyerinde gerekli iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alması gerekmekte olup ayrıca mevzuatta öngörülmemiş olsa dahi bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak zorundadır. Bilim, teknik ve örgütlenme düşüncesi yönünden alınabilme olanağı bulunan, yapılacak gider ve emek ne olursa olsun bilimin, tekniğin ve örgütlenme düşüncesinin en yeni verileri göz önünde tutulduğunda işçi sakatlanmayacak, hastalanmayacak ve ölmeyecek ya da bu kötü sonuçlar daha da azalacaksa her önlem işverenin koruma önlemi alma borcu içine girer.
Bu önlemler konusunda işveren işyerini yeni açması nedeniyle tecrübesizliğini, bilimsel ve teknik gelişmeler yönünden bilgisizliğini, ekonomik durumunun zayıflığını, benzer işyerlerinde bu iş güvenliği önlemlerinin alınmadığını savunarak sorumluluktan kurtulamaz. Gerçekten, çalışma hayatında süregelen kötü alışkanlık ve geleneklerin varlığı işverenin önlem alma borcunu etkilemez. İşverenlerce, iş güvenliği açısından yaşamsal önem taşıyan araç ve gereçlerin işçiler tarafından kullanılması sağlandığında kaza olasılığının tamamen ortadan kalkabileceği de tartışmasız bir gerçektir. Bu açıklamalara göre, iş kazasının oluşumuna etki eden kusur oranlarının saptanmasına yönelik olarak yapılan incelemede, ihlâl edilen mevzuat hükümleri, zararlı sonuçların önlenmesi için koşulların taraflara yüklediği özen ve dikkat yükümüne aykırı davranışın doğurduğu sonuçlar, ayrıntılı olarak irdelenip kusur aidiyet ve oranları gerekçeleriyle ortaya konulmalıdır.
Nitekim Hukuk Genel Kurulunun04.11.2021 tarihli ve 2018/(21)10-369 E., 2021/1348 K.; 20.06.2019 tarihli ve 2017/10-2359 E., 2019/749 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Gelinen bu noktada illiyet bağı üzerinde kısaca durulmalıdır.
Geniş anlamıyla sorumluluk kavramı, bir kişinin başka bir kişiye verdiği zararları giderme yükümlülüğü olarak tanımlanabilir. Hukukî anlamda sorumluluk ise, taraflar arasındaki hukukî ilişkisinin zedelenmesi sonucu doğan zararların giderilmesi (tazmin edilmesi) yükümlülüğünü içerir.
Kusur sorumluluğu, bir kimsenin hukuka aykırı ve kusurlu bir davranışla sözleşme dışında diğer bir kimseye vermiş olduğu zararın giderilmesini düzenleyen sorumluluk türüdür. Bu sorumlulukta kusur, sorumluluğun kurucu unsuru olarak düzenlenmiştir (Eren, Fikret: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. Baskı, Ankara 2017, s. 594).
Kusur sorumluluğunda bir zararı başkasına tazmin ettirmek, ancak zarar onun kusurlu bir fiilinden doğmuş ise mümkündür (Tandoğan, Haluk: Türk Mes’uliyet Hukuku, Ankara 1967, s. 89). Kusur sorumluluğuna doktrin ve uygulamada eş anlamda olmak üzere “haksız fiil sorumluluğu” veya “subjektif sorumluluk” da denilmektedir.
Bununla birlikte sorumluluğun asli şartı; zararla söz konusu davranış veya olay arasında bir sebep sonuç ilişkisinin bulunmasıdır. Bu sebep sonuç ilişkisine genel anlamda illiyet bağı denir. Burada sözü edilen illiyet bağı uygun illiyet bağıdır. Uygun illiyet bağı, olayların olağan akışına ve hayat tecrübesine göre, sebebin, meydana gelen sonucu yaratmaya elverişli olmasıdır. Uygun illiyet bağı, sorumluluğu, zarar veren bakımından öngörülebilir risklerle sınırlamaktadır (Eren, s.561). Başka bir deyişle, hayatın olağan akışı ve hayat tecrübesi bakımından öngörülemez zararlar uygun illiyet bağı kapsamında sorumluluğu doğurmayacaktır.
İlliyet bağı; mücbir sebep, zarar görenin kendi kusuru veya üçüncü kişinin kusuru nedeniyle kesilebilir. Aynı zamanda sorumluluktan kurtulma sebebi olan bu üç sebep, sadece kusur sorumluluğunda değil, kusursuz sorumlulukta da kabul edilmektedir (Eren, s. 561). Her üç neden açısından da, illiyet bağının kesildiği iddiası, sorumlu kişiler tarafından açıkça ispatlanmadıkça kabul edilmemelidir. Bu bakımdan sorumluluktan kurtulmak oldukça zorlaştırılmıştır.
Yeri gelmişken zarar görenin kusurunun sorumluluğa etkisine değinilmelidir.
Sorumluluk şartları gerçekleştiği takdirde, zarar veren, zarar görenin mal varlığında meydana gelen eksilmeyi gidermek zorunda ise de, zararlı sonucun doğmasına zarar veren yanında zarar görenin kusuru veya bazı durum ve davranışları ya da umulmayan olaylar da katkıda bulunmuşsa tazminattan belirli bir indirim yapılması hakkaniyete daha uygun düşmektedir. Bu düşünce ile tazminattan indirim sebepleri 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda) ve diğer bazı özel kanunlarda düzenlenmiştir.
Tazminattan indirim sebeplerinin en önemlileri ise Türk Borçlar Kanunu’nun “Haksız Fiilden Doğan Borç İlişkilerinin” düzenlendiği İkinci Ayırımda yer alan 51. ve 52. maddelerinde (818 sayılı Borçlar Kanunu m.44) belirtilen sebeplerdir. Sözü edilen bu tazminattan indirim sebepleri, özel hükümler mevcut olmadıkça akdi sorumlulukta da uygulanacaktır. Zira Türk Borçlar Kanunu’nun 114. (818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 98.) maddesinde haksız fiil sorumluluğuna ilişkin hükümlerin kıyas yoluyla sözleşmeye aykırılık hâllerinde de uygulanacağı hükme bağlanmıştır.
Türk Borçlar Kanunu’nun 52. maddesinin 1. fıkrası; “Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.” hükmünü içermektedir. Görüldüğü üzere bu fıkra daha çok zarar görenle ilgili olup “hiç kimsenin kendi kusurundan yararlanamayacağı” yönündeki genel hukuk ilkesinin etkisiyle düzenlenmiştir. Buna göre zarar görenin rızası ve zarar görenin kendi kusuru tazminattan indirim sebebi olarak öngörülmüştür.
Zarar görenin kendi kusurunda, kişinin kendisine zarar veren bir hareket tarzı söz konusudur. Zarar görenin kendi kusuru, akıllıca iş gören, mantıklı bir kişinin, kendi yararı gereği zarara uğramamak için kaçınacağı veya kaçması gereken bir eylemi olarak nitelendirilmelidir. Zarar görenin kusuruna ortak kusur, birlikte kusur veya müterafik kusur da denilmektedir (Tandoğan, Haluk: Türk Mesuliyet Hukuku, Ankara 1961, s. 318).
Müterafik (ortak) kusur, makul bir kimsenin kendi yararına sakınmak zorunda olduğu düşüncesiz, dikkatsiz bir hareket tarzıdır. Müterafik (ortak) kusur kasdi olabileceği gibi, ihmal şeklinde de ortaya çıkabilir. Zarar görenin müterafik (ortak) kusuru tespit edilirken, aynen zarar verenin kusurunda olduğu gibi objektif kusur kriterlerine başvurulmalı, yani objektifleştirilmiş kusur kavramı esas alınmalıdır. Zarar görenin müterafik kusuru illiyet bağını kesecek yoğunlukta ise zarar veren sorumluluktan kurtulacak ve tazminat ödemeyecektir. Buna karşılık zarar görenin müterafik (ortak) kusuru bu yoğunlukta değilse ortak sebep olarak tazminattan indirim sebebi teşkil edecektir. Zira bu hâlde zarar görenin kusuru, diğer ortak sebepler arasında kısmi bir sebep olarak zararın doğmasına veya artmasına katkıda bulunmuştur (Eren, s. 791).
Başka bir deyişle zarar görenin kusurunun illiyet bağını kesecek yoğunlukta olup olmadığı tespit edildikten sonra zarar görenin müterafik (ortak) kusuru belirlenerek sorumluluk paylaştırılıp tazminattan indirim yapılacaktır.
Somut olayda kaza tarihinde 27 yaşında olan ve kurye olarak çalışan davacının 23.11.2005 tarihinde ertesi gün vize takip işlemlerini yapmak üzere davalı işverene ait motosikletle işten çıkıp eve giderken bağlantı yoluna ulaştığı esnada yanından geçen aracın oluşturduğu rüzgarın ve yağışın etkisiyle direksiyon hakimiyetini kaybederek bariyere çarpması sonucunda sağ kolunun sakatlanarak %30,2 oranında malul kaldığı anlaşılmıştır.
Öte yandan davacının 14.03.2001 tarihli G sınıfı ehliyetinin bulunduğu, kazada kullanılan motosikletin ise 2004 model olup muayenesinin 08.04.2006 tarihine kadar geçerli olduğu, kaza tutanağı, araç muayenesi ve dosya kapsamına göre motosiklette kazanın oluşumuna etki edecek herhangi bir arızanın bulunmadığı, davacının Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişine verdiği 15.04.2015 tarihli ifadesinde davalı işveren tarafından kendisine verilen kask ve elbisenin kaza sırasında üstünde bulunduğunu beyan ettiği, 16.06.2018 tarihli heyet bilirkişi raporunda meydana gelen kazanın davacı tarafından öngörülebilir ve alınacak önlemlerle önlenebilir nitelikte olduğu belirtilerek davacının %100 kusurlu olduğunun bildirildiği görülmüştür.
Bu açıklamalara göre davalı işverenin davacıya görevini yapması için gerekli ekipmanları sağladığı, 27.07.2004 tarihinden itibaren davalı işyerinde kurye olarak çalışan ve 14.03.2001 tarihli ehliyeti bulunan ve tecrübeli şoför olan davacının yağışlı havada ve büyük araçların yanından geçerken hangi trafik kurallarına göre hareket ederek can güvenliğini koruyacağını bilmesi gerektiği, kazanın bu nedenle meydana gelmesinde %100 kusurlu olan davacının ağır kusuru nedeniyle iş kazası ile zarar arasındaki uygun illiyet bağının kesildiği ve davalı işverenin sorumlu tutulamayacağı sonucuna ulaşılmıştır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; sürücü belgesine sahip olan kişiye şoför olarak çalıştırılması sırasında yaptığı işe uygun eğitimin verilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağı, davalı işveren tarafından davacıya yoğun olarak motosiklet kullanımına uygun eğitim verilmesi, araç kullanma ve mola sürelerinin belirlenmesi ve bu eğitime uyup uymadığının denetlenmesi gerektiği, meydana gelen kazanın iş kazası olması nedeniyle işverenin iş güvenliği kurallarından doğan yükümlülüklerinin de kazanın meydana gelmesinde etkisinin bulunduğunun anlaşılması hâlinde davalı işverenin sorumluluğu doğacağından iş güvenliği kurallarına göre inceleme yapılmak üzere uzman kişilerden oluşan yeni bir bilirkişi raporu alınmasının dosya kapsamına uygun olacağı, bu nedenle direnme kararının Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenlerle bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca İlk Derece Mahkemesinin yukarıda açıklanan hususlara değinen direnme kararı yerindedir.
O hâlde direnme kararı onanmalıdır.
IV. SONUÇ
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Harç peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına,
Dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine; karardan bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine 15.12.2022 tarihinde oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.
KARŞI OY
Ülkemizin de onayladığı 155 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin Sözleşmesinin 3. maddesinde “işyeri teriminin, işçilerin, işleri nedeniyle gitmeleri veya bulunmaları gereken ve işverenin doğrudan veya dolaylı kontrolü altında bulunan bütün yerleri kapsadığı” belirtilmiştir.
Olay tarihine göre yürürlükte olan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu 11/1-A maddenin e bendine göre; sigortalının işyerinde bulunduğu sırada, işveren tarafından yürütülmekte olan iş dolayısıyla, sigortalının, işveren tarafından görev ile başka bir yere gönderilmesi yüzünden asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, emzikli kadın sigortalının çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda veya sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere toplu olarak götürülüp getirilmeleri sırasında meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedence veya ruhça ârızaya uğratan olaydır.
Olay tarihinde yürürlükte olan 4857 sayılı İş Kanunu 77. madde hükmüne göre; işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler (md.77/1). İşverenler işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar. Yapılacak eğitimin usul ve esasları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir (md. 77/2).
07.04.2004 Tarih ve 25426 sayılı Resmi Gazete yayınlanarak yürürlüğe giren “Çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” hükümleri uyarınca düzenlenecek Eğitimin çalışanlara mesleki riskler ile bu risklere karşı alınması gerekli tedbirleri öğretme amacı yanında çalışanlarda iş sağlığı ve güvenliği bilinci oluşturarak buna uygun davranış kazandırma amacı da taşımaktadır.
Bu eğitim yapılan işin mahiyetine uygun bir kapsamda olmalıdır. İşçi asıl işi yanında bu işi yerine getirebilmek için işverenin tahsis ettiği aracı da kullanmak diğer bir ifadeyle şoförlük yapmak durumunda ise veya işçi işverenin tahsis ettiği araçla işe gidip geliyorsa, verilecek eğitim trafik iş kazalarının önlenmesi için gerekli eğitimleri de içermelidir. Eğitimlerin verilmesi yeterli olmayıp bunların denetlenmesi de gereklidir. Kişinin kullandığı araca uygun sürücü belgesinin bulunması işverenin bu eğitimleri verme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Aksi takdirde şoför olarak çalışan işçiler için trafik kazalarına neden olmayacak biçimde güvenli araç kullanmaları için iş güvenliği tedbiri almasına gerek kalmayacak sürücü belgesi alabilmek için alınan eğitiminbu kapsamda işverenin yükümlülüklerini kaldırdığı kabul edilmiş olacaktır. İş güvenliği ile ilgili kapsamlı düzenlemeler karşısında böyle bir sonuç kabul edilemez.
O hâlde bir olayın iş kazası olması için, öncelikle kazaya maruz kalanın (bedenen ve ruhen engelli hale gelenin) sigortalı olması, olayın iş yerinde meydana gelmesi gerekir.
İş yeri kavramına, işverenin doğrudan veya dolaylı kontrollü altındaki yerler ile İş Kanunu uyarınca çalışma süresinden sayılan işçilerin yerleşim yerlerinden uzak bir mesafede bulunan iş yerlerine hep birlikte getirilip götürülmeleri gereken her türlü işlerde bunların toplu ve düzenli bir şekilde götürülüp getirilmeleri esnasında geçen sürelerin geçtiği yerler, araçlar da işyerinde sayılacaktır. O hâlde işveren işçileri işyerine araçla evlerinden alıp götürüyor ve iş bitimi de evine bırakmakla yükümlü ise sigortalının bu geliş ve gidiş sırasındaki zamanı işyerinden olup işverenin gözetme borcu kapsamında kalmaktadır. İşveren bir araçla götürmek yerine işe gidip gelmesi için bir araç tahsis etmiş ve bu şekilde işe giderken veya gelirken kaza meydana gelmişse yine iş kazası sayılacaktır.
Nedensellik (illiyet) bağı, işverenin iş sözleşmesine dayalı olarak kanundan kaynaklanan icrai veya ihmali yükümlülüğünü yerine getirmemesinin sonucu olarak meydana gelen zararın, yükümlülüğün yerine getirilmemesinden kaynaklanmış olmasını ifade eder. Bu nedenle, iş kazası sonucu meydana gelen zarara, işverenin yükümlülüğünü yerine getirmemesinden başka nedenler sebep olmuşsa, nedensellik bağı bulunmayacaktır.

Önemli belirtilmelidir ki işverenin kusurlu davranışı ile eylem (kaza arasında) uygun illiyet bağı yoksa bu durum iş kazası olgusunu ortadan kaldırmaz. Bu işverenin sorumluluğunu etkiler. Kusur sorumluluğunda üç halde illiyet bağı kesilebilir. Bunlar, mücbir neden, zarar görenin ve üçüncü kişinin ağır kusurudur.
Belirtilen hususları özetlemek gerekirse; iş kazasının varlığı için ilgili kişinin sigortalı olması, kazaya uğraması, kaza karinesinin varlığı ve kaza ile zarar arasında illiyet bağının bulunması gerekmektedir. Bu kapsamda somut olayın iş kazasıolup olmadığını incelemek açısından nedensellik bağının üzerinde durulması gereklidir. Geniş anlamıyla sorumluluk kavramı, bir kişinin başka bir kişiye verdiği zararları giderme yükümlülüğü olarak açıklanmıştır. Hukuki anlamda sorumluluk ise, taraflar arasındaki borç ilişkisinin zedelenmesi sonucu doğan zararların giderilmesi (tazmin edilmesi) yükümlülüğünü içerir. İşyerinde meydana gelen iş kazaları nedeniyle işverenin hukuki sorumluluğunun niteliği kusura dayanmaktadır. Türk Hukuk Sistemi uyarınca, özel bir düzenleme söz konusu olmadıkça asıl olan kusur sorumluluğudur. Bu durumda, işverenin kusurlu eylemi ile zarar arasında uygun bir illiyet bağı yoksa işverenin sorumluluğundan söz edilemeyecektir.
İlliyet bağı sorumluluğun temel öğesidir. Zararla eylem arasında illiyet bağının mevcut olması, zararın eylemin bir neticesi olarak ortaya çıkması, yani eylem olmadan zararın meydana gelmeyeceğinin kesin olarak bilinmesidir. Hiçbir hukuk düzeni mevcut olmayan illiyeti yaratamaz. Hukuki netice olarak zararın tazmin sorumluluğunun kabulü için, bir sebebe illi olarak bağlanan neticeler silsilesinin içinde hangi kesimin gerekli ve yeterli olacağını belirlemek yine hukuk düzeninin görevidir. İş hukuku ve sosyal güvenlik hukukunda iş kazası yönünden illiyet bağının belirlenmesi büyük önem taşır.
Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; olay işyeri kavramına dahil olan araç (motosiklet) ile çalışma sona erdikten sonra aynı araç ile işten eve dönerken meydana geldiğinden, kazaya maruz kalanın (bedenen ve ruhen engelli hale gelenin) sigortalı olması, olayın iş yerinde meydana gelmesi koşulları gerçekleştiği için meydana gelen olay iş kazası niteliğindedir.
Dosyada hükme esas alınan kusura ilişkin bilirkişi raporunda kazanın öngörülebilir ve alınacak önlemlerle önlenebilir nitelikte olduğu, meydana gelmesinde davacının % 100 kusurlu olduğu, olayın motosikletten kaynaklı bir arızadan dolayı meydana geldiğine dair somut bir bulgu bulunmadığı, davalı şirketin kazada yerine getirmediği bir yükümlülüğün bulunmadığı, davacının gün içinde sürekli motosiklet kullandığı, gerekli sürücü belgesi bulunduğu göz önüne alındığında temel iş güvenliği eğitiminin kazanın engellenmesinde ciddi bir rolü olmadığı davalı işverenin kusursuz olduğu belirtilmiştir.
Hükme esas alınan raporda da görüldüğü üzere davacının meydana gelen kazada tümüyle kusurlu bulunması ve işverenin kusurlu olmadığının kabul edilmesinin ana nedeni davacının sürücü belgesi bulunduğu için temel iş güvenliği eğitiminin kazanın önlenmesinde rolü bulunmayacağı düşüncesidir. 2918 sayılı Kanunda sürücü ve şoför ayrımına yer verilmiş, Karayolunda, motorlu veya motorsuz bir aracı veya taşıtı sevk ve idare eden kişi sürücü olarak, ticari şekilde işletilen araçları kullananlar şoför olarak tanımlanmış ve o tarihteki düzenleme ile ek 1. Maddedeticari taşıt kullanma belgesi hükmü getirilmiştir. Bir kişinin sürücü belgesine sahip olması, şoför olarak çalıştırılması sırasında buna uygun gerekli eğitimlerin verilme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Davacının gün boyu kurye olarak araçla hareket halinde olduğu işe gidip gelirken de aynı aracı kullandığı aracın bu haliyle fiilen ticari biçimde işletildiği anlaşıldığından bu yoğun kullanıma uygun bir eğitimin verilmesi, araç kullanma sürelerine ve mola sürelerine ilişkin kuralların belirlenmesi ve buna uyulup uyulmadığının denetlenmesi de işverenin yükümlülüğünde olup alınan bilirkişi raporunda bu kapsamda bir inceleme ve değerlendirme yapılmamıştır.
Bu olay iş kazası olmasaydı davacı meydana gelen trafik kazasında tümüyle kusurlu sayılacak idiyse de olayın iş kazası olması nedeniyle, bu kusurun işlenmesinde işverenin işgüvenliği kurallarından doğan yükümlülüklerini yerine getirmemesinin de etkisi var ise bu kusurun bir kısmı işverenin kusuru haline gelecektir.
Tüm bu nedenlerle alınan bilirkişi raporu iş güvenliği kurallarına göre bir inceleme ve değerlendirme içermediğinden buna uygun bir inceleme içeren yeni bir rapor alınması gerektiği halde eksik inceleme ile yetersiz rapora göre karar verilmesi doğru olmamıştır.
Açıklanan nedenlere uygun bir gerekçe ve sonuç içeren Özel Daire kararı gibi direnme hükmünün bozulması gerektiği görüşünde olduğumdan onama yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.